Bira uygarlıktır
24 mins read

Bira uygarlıktır

Bu sefer bir ilki yaşayalım ve zamanın akışını tersine doğru çevirelim. Günümüzden, biraz tarihin, biraz arkeolojinin, biraz da mitlerin peşinde, geçmişe doğru bir yolu izleyelim. Viya böyle!

Bira dünyanın en eski alkollü içeceklerinden birisi olmakla birlikte, günümüzde de en yaygın tüketilen ürünlerin başında gelir. Efendim, bir yanda adı, diğer yanda çeşit çeşit tadı konuşuladursun; yerleşimlerin, toplumların, ülkelerin, uygarlıkların şeklini değiştiren asıl önemli kısım, bu alametifarikanın üretilmesi ve tüketilmesi olmuştur. Günümüz sosyal bilimcilerine bir selam vererek biranın tüketim mekanlarıyla söylencemize başlayalım: Bira nerelerde tüketilir?

Bizim ülkemizde -hatırı sayılır markaların gösterdiği gibi- bira her yerde içilebilir. Ancak bunun tüketimi için özel bir mekan düşünüldüğünde, dünyanın birçoğunda, en azından Avrupa’nın tamamında ne varsa bizde de aynısı olmalıdır. Çok miktarda üretilen ve ticari birer marka olan modern biraların tüketilmesi için elbette çeşitli stratejiler, tanıtımlar, reklamlar birbiri ardını kovalar ancak kendiliğinden gelişen yolların bunların tümünü gölgede bıraktığını söylemek sanırım doğru olacaktır.

BİRA BAHÇELERİ VE PUBLAR

Biranın endüstriyelleşmesi, diğer içecek ve yiyecek firmalarıyla rekabet, bira ve alkol tüketimi ile ilgili yasalaşma süreci, yerel kültürlerin etkileri gibi farklı alanlarda onlarca değişken olmasına rağmen, iş tüketim mekanlarının organizasyonuna gelince sanki tüm dünya aynı yerde buluşmuş gibidir; bira bahçeleri ve publar.

Mesela İzmir’de, Kültürpark içerisinde yıllarca varlığını korumuş bira bahçeleri (biz İzmirlilere göre makarna-biracılar) kökenlerini bilse ne yaparlardı? Aslında bira bahçeleri, Avrupa’da yaz biralarının saklandığı yeraltı depolarının bulunduğu alanda satış yapılması üzerine ortaya çıkmıştır. Bizzat üreticiler, depolanmış biraları bu depo alanlarında, ağaçların altına masalar koyarak satarlardı. Tarihi kayıtlarda, bu mekanların gittikçe çok popüler bir hale gelip diğer alkollü içki ve yemek satan yerleri gölgede bırakınca ortalığın nasıl karıştığını gösteren detaylar yer alır. Mesela 1812 yılında, işletmecilerin isyanı ve baskısı üzerine Bavyera’da Kral I. Maximilian, bira üreticilerinin bira satmaya devam etmelerine izin veren ancak ekmek dışında herhangi bir yiyecek satmalarını yasaklayan bir uzlaşma kararnamesi imzalamıştı. Eh, yiyecek olmayınca üreticiler bira satamayacaklar, böylece diğer içecek ve yiyecek satan arkadaşlar ekonomik güçlerini geri kazanacaklardı. Tarihin bize öğrettiği şeylerden birisi de her yasağın kendi özgürlüğünü yarattığıdır; Maximilian’ın kararnamesi insanların kendi yiyeceklerini bu bira içme noktalarına getirmelerini engellemediğinden, bahçeler piknik yapmak için popüler mekanlar haline gelir ve ‘bira bahçesi’ kavramı aslında böylece ortaya çıkar. Bir de bu haliyle bahçeler sadece tüketimin körüklendiği bir ticari mekan olmaktan çıkar, zamanla kültürel bir yapıya dönüşür. Neye niyet, neye kısmet!

Biergarten in München – Max Liebermann, 1884.

Bugün kısaca pub olarak adlandırdığımız ikinci tüketim mekanımız daha da enteresan bir sürecin ürünüdür. Aslında başlangıçta kısa vakit içerisinde bira tüketmek amacıyla açılan bu yerler, zamanla sadece bira tüketimine odaklanmayan, yerelde sosyal bir ağ oluşturan, dışarıdan gelenlere basitçe yerel yiyecek ve içecekler sunan, pek çok farklı ihtiyacı bir arada gören, hatta bulunduğu bölgedeki diğer mekanlar ve ilgi çekici yerler hakkında bile bilgi edinebildiğiniz, özellikle kırsal bölgelerde her türlü iş koluna ekonomik hareketlilik kazandıran birer özel mekana dönüştüler. İsimlerini de bu saygın görevlerinden aldılar; halkevleri (public house).

BİRA ÜRETEN ‘CADILAR’

Biranın yolculuğu için zaman makinamızın kolunu biraz geriye sarınca, ortadan ilk kaybolan şey erkekler oluyor. Evet, erkekler. Modern üretimde erkeklerin rolünü bir zahmet çalışma bakanlığı personeli, iş uzmanları falan bulsun; biz geçmişin araştırmacıları, en azından Orta Çağ’ın sonuna kadar biranın kadınlar tarafından üretilen bir içecek olduğunda hemfikirizdir. Eh, ortada hem besleyen hem koruyan hem de aklı bulandıran bir içecek var, üstüne üstlük başında kadınlar oturuyor; efsaneler, mitler ortaya çıkmasın da ne yapsın? Buyurun, birbirinden ilgi çekici, medeniyet yaratan bira üzerine söylenceler bizi bekliyor.

Efendim, öncelikle şu cadılık mevzusu hakkındaki en ilginç önermelerden birisiyle başlayalım sözlerimize. Ale birası yani yüksek sıcaklıkta mayalanan ve geleneksel yöntemlerle kadınların ürettiği bira, Orta Çağ’da ekonomik olarak bir karşılık bulunca, toplumda (!) biraz sıkıntı yarattı. Geleneksel üretim yapan ve satan kadınlar bunu ifade etmek adına, evlerinin önüne büyük, kaynayan bir kazan, çalışmayı ifade eden bir çalı süpürgesi, haşeratın olmadığını yani temiz bir yer olduğunu göstermek için bir kedi (fareleri uzak tutuyor) ve uzaktan kolayca tanınmak için uzun bir sivri şapka koydular. Engizisyon -zaten herkese düşman- bir nevi şifacı, kendi gelirini kazanan, üstelik kilisenin bira ve şarap ekonomisine çomak sokan bu kadınlara yumuşak davranacak değildi. Cadı avı propagandalarının, bira üreten kadınların nesnelerini bu nedenle simgeleştirdiği düşünülüyor. Cadılar hala yaşıyor mu bilemem ama bu mahkemelerin Avrupa’nın merkezinde kadın biracılığının sonunu getirdiği aşikar.

Süpürgedeki oda. İllüstrasyon: Axell Scheffler.

TANRILARIN SİHİRLİ İÇECEĞİ

Avrupa’dan uzaklaşmadan bira söylencelerine devam edelim. Fin ulusunun en büyük destanı olan ‘Kalevala’da, biranın bulunuşuna evrenin yaratılışından daha çok yer ayırdıklarını söylesem inanır mısınız? Destana göre bira, içen kişiye sağlık, huzur ve mutluluk bahşeden, tanrılardan gelen sihirli bir içecektir. Bölümlerden birinde, bir düğün için kusursuz bir bira hazırlamak isteyen Osmata Hanım, gerekli bitkileri toplaması için bir arıyı görevlendirir, arı da sihirli bitki olarak şerbetçiotunu kapıp getirir. Eh, tanrılardan gelen bu sihrin insan üzerinde etkisi de tanrısal olacaktır!

“İtibarı yürür önden kadim mi kadim Kalew birasının,
Eyler ezileni sert,
Bilinir kadınların gözyaşlarını dindirmesiyle,
Bilinir kederliyi şenlendirmesiyle,
Eyler yaşlıyı genç ve çevik, eyler ürkeği mert ve kudretli,
Eyler cesuru daha da cesur,
Doldurur yüreği neşeyle ve sevinçle,
Doldurur zihni erdem ve dirayetle,
Doldurur dilleri kadim efsanelerle,
Aptalı da aptal eder bu da böyle biline.”

Geç Antik Çağ ve Orta Çağ Avrupası için alkol tüketiminin yaygın olduğunu belirtirken biraya kutsallık katan bir önemli detayın daha altını çizmekte fayda var. Özellikle uzun deniz yolculuklarında veya yerleşimlerde temiz su kaynaklarına zaman zaman erişim zorluğu yaşandığında biranın kutsallığının arttığını söylemek doğru olacaktır. Zira kötü sudan kaynaklanan, günümüzde kolera, tifo, dizanteri gibi isimlerle anılan geçmişin kötü ruhları, üretim sürecinde kavurma, kaynatma gibi mikrop kırıcı aşamalar bulunan, anti-bakteriyel, fermente bira tarafından resmen kovulmaktaydı. Kısacası enfeksiyondan kaçınma yöntemlerinin en başında su yerine bira içmek geliyordu.

ROMA İMPARATORLUĞU’NDA RAĞBET AZ

Makinamızı az daha geriye saralım, Roma topraklarına ayak basalım. Artık Mısır-Mezopotamya üzerinden mi, Anadolu üzerinden mi, Helen kültürü üzerinden mi, yoksa bazı araştırmaların öne sürdüğü gibi Afrika-İspanya bağlantısı üzerinden mi gelmiş bilinmez ancak Roma İmparatorluğu’nda biranın çok da rağbet gördüğü söylenemez. Tüm kaynaklarda ısrarla altı çizilen olgu, başlıca içkinin şarap olduğudur. Ancak yüzyıllara uzanan ve geniş coğrafyalara yayılan bu kültürü tek bir açıdan değerlendirmek doğru olmaz. Çünkü imparatorluk büyüdükçe hem yeni mutfaklar sürece eklenmiş hem de ortaya çıkan yeni sınıfların ekonomisine göre içki kültürü çeşitlenmiş olmalıdır. Zira askerlerin hem ucuz hem de sudan daha temiz ve sağlıklı olduğunu düşündükleri için içtikleri ‘posca’ içkisinin, su ve bozuk şaraptan yapılan sirkenin karışımı olduğu düşünüldüğünde, ondan onlarca kat kaliteli olan biranın bu topraklarda kendine hatırı sayılır bir yer bulacağı aşikardır. Bunlarla birlikte, dönemin yazarlarından anladığımız kadarıyla, Romalılar şaraba olan düşkünlükleri nedeniyle, birayı tüketmelerine hatta askerlere tayın olarak dağıtmalarına rağmen fırsat buldukça kötülemeye devam etmişlerdir. Çünkü onlara göre bira barbar içeceğidir.

“24 Haziran. 12 galon arpa, 6 galon bira, 3.5 galon şarap, 5 bardak sirke, 3.75 bardak muria ve 3.5 bardak domuz yağı”
Askerlere dağıtılan günlük yiyeceklerin kaydı – ‘Vindolan Günlükleri’

Dionysos’un hükmünde ve şarabın her türlüsünün etkisi altında yaşayan Helen kültürü içinde birayı aramak oldukça zor. Mısır dilinden göçen bir kelimenin varlığı ile birkaç antik yazarın anlattıkları, en azından milattan önce birinci binyıl içerisinde, bu kültürde biranın varlığını doğrular nitelikte. Ancak işin içine ünlü yazarlar girdiğinde bilgilerin seyri değişir. Tarihçi Herodotos, Mısır’da üzüm yetişmediği için Mısırlıların arpadan yapılma bir şarap içtiklerini iletir. Tam bu bilgi eksikliğine biraz güleyim derken akla Aristoteles’in şu sözleri gelir:

“İnsanlar bira dışındakileri tükettiğinde sarhoş olup herhangi bir yöne düşerler ancak bira içenler her zaman geriye doğru düşerler”

BİRA TUTKUNU HİTİTLER

Anadolu’ya doğru bir göz attığımızda, Hititleri bira tutkusu olan bir uygarlık olarak tanımlamamızda bir sakınca olmaz sanıyorum. Çeşitli metinlerde bira ile ilgili kelimelere sıkça rastlanması bir yana, yakın zamanlarda yapılan kazılarda, tapınak komplekslerinde bira imalathanesi de bulunması bu durumu destekleyen kanıtların başında gelir. Kutladıkları aşağı yukarı 200’e yakın bayramın merkezine şarabı olduğu kadar birayı da koyabiliriz. Zira Boğazköy’de ele geçen bir tablette ‘Karahna’ törenlerinde halkın adak olarak vermesi gerekenler şöyle sıralanır: “4 sığır, 39 koyun, 24 ölçek un, 25 kap bira”.

MISIR KÜLTÜRÜNÜ BİR ARADA TUTAN KAYNAK

Bira, günümüzde nasıl Almanya gibi bazı ülkelerin milli içeceği olarak algılanıyorsa Antik Çağ’da da Mısır için aynı şeyleri söylemek mümkündür. Bira Mısır’da, firavundan en basit askere kadar toplumun her kesiminde, her yaşta tüketilen günlük bir gıda, ritüellerde adak, ölülerin arkasından yas içeceği, işçilerin günlük tayını ve yevmiyesi, misafir ağırlamada karşılama cümlesi, kısacası Mısır kültürünü bir arada tutan bir kaynak olarak görülebilir.

Kasap, fırıncı ve bira üreticisi, Mısır, MÖ 2030–1640.

Birayı insanlığa öğreten Osiris mi dersin, biracıların koruyucu tanrıçası Tenenet mi? Toplumsal yaşamda bu kadar önemli yer tutan bu bulanık içeceğin, mitlerde de baş köşelerden birisine kurulacağı aşikar. Ancak dünya üzerinde belki de bira ile ilgili en önemli söylencelerden birisi –ki kendisinden sonra gelen kültürlerdeki etkisi muazzamdır– Tanrıça Hathor’un doğuşunu anlatan öyküdür.

AYIKKEN CANAVAR, SARHOŞKEN MELEK

Öykü bilindik bir kurguyla başlar. İnsanların nankörlüğüne, tanrılara olan saygısızlığına öfkelenen Ra, Sekhmet’i yok edici olarak dünyaya yollar. Sekhmet’in kana susamışlığı bütün kasabaların, kentlerin harap olmasına neden olur. Diğer tanrılar, böyle devam ederse ibadet edecek, tanrılara kurban sunacak kimse kalmayacağını görerek Ra’yı uyarırlar. Fakat Sekhmet gözü dönmüş bir şekilde efendisinin geri dön çağrılarına uymayınca, birayı kırmıza boyayarak Sekhmet’e kan diye içirirler. Sekhmet sarhoş olur, uykuya dalar ve doğum, bereket aşk ve evlilik, müzik, eğlence ve özellikle minnettarlığın koruyucu tanrıçası Hathor olarak uyanır. Alın size alkolün insan bedeni ve ruhu üzerindeki esrarengiz rolü. Ayıkken canavar ve sarhoşken bir melek.

Hathor onuruna düzenlenen Tekh bayramında çokça bira içildiği, bugün olsa sarhoşluk festivali olarak anılacağı söylenir. Ancak Hathor bir yanıyla insanları içki sayesinde yaşam sevinçlerini özgürce ifade etmeye teşvik ederken diğer yanı Mısırlıların ailelerine ve topluma karşı sorumluluklarını yerine getirmelerini öğütler. Çünkü uyum ve denge üzerine kurulu ‘Maat’ bunu emreder. Tüm bunları tek cümleyle özetleyen, Dendera Hathor tapınağına ait, milattan önce 2200 yıllarından kalma bir kitabeye göz atalım, zira aynı cümlenin bugün de geçerli olduğunu düşünen -biri komşum olmak üzere- birçok insan tanıyorum.

“Gerçekten kıvançlı bir adamın ağzı bira dolu olur.”

İLK BİRA YASALARI BABİL’DE

Gelelim Mezopotamya’ya. Sümer kültüründe bira en az Mısır uygarlığında olduğu kadar önemli bir yer işgal eder. Hatta Sümer sonrası hem Akad hem Babil kültüründe de bu durumun devam ettiği söylenebilir. Babillilerin meşhur Hammurabi yasalarında biranın sınıflandırılması yer almıştır. Bunlarla birlikte yine Babil’de biranın üretimi, fiyatlandırması ve tüketimiyle ilgili kanunlar vardır. Tarihteki ilk bira yasaları olarak kabul edilen bu metinlerin bir benzerini, en erken ancak milattan sonra 770’de Fransa’da Charlemagne döneminde, en kapsamlısını da milattan sonra 1516’da ‘Deutsches Reinheitsgebot’ (Alman Bira Saflık Yasası) adıyla Almanya’da görebiliriz.

İnsanın mutluluğunu ve iyiliğini artırmak adına tanrıların bir armağanı, kadınların normal bir öğün hazırlama sürecinin bir parçası olarak düzenli şekilde ürettiği, işçilere günlük tayın olarak ödenen, misafirler ile ortak bir kaptan içilebilen, paylaşmanın, dostluğun simgesi bira, Mezopotamya’da huzurlarınızda. Tabii ki biraya verilen bu önemin mitlere de yansıması kaçınılmazdır. Resimler, şiirler ve efsanelerde hem insanları hem de tanrıları, içkinin içindeki ekmek veya ot parçalarını süzen bir pipet yardımıyla tüketilen birayı içerken betimlemişlerdir. Pipetin de Sümerler yahut Babiller tarafından özellikle bira içme amacıyla icat edildiği düşünülmektedir.

ABD’DE UYGULANAN 4 BİN YILLIK TARİF

Bugün Mezopotamya mitolojisi ve bira hakkında hangi araştırmayı yapsanız hemen milattan önce 1800 civarından kalma, Tanrıça Ninkasi’ye adanan bir ilahi karşınıza çıkacaktır. Şiirin dizelerinde anlatılan kadar tabletin çözümü de başlı başına bir olaydır.

Chicago Üniversitesi’nden Miguel Civil, ‘Ninkasi’ye İlahi’yi iki çivi yazılı tabletten çevirir ancak bu çevirinin yankıları sürerken Amerikalı bir bira firması, dizelerdeki üretim talimatlarını uygular. Hatta ürettiği biraları Amerika Biracılar Federasyonu’na, aynı Mezopotamya’daki gibi büyük testilerde pipetle içilmek üzere sunar. Sonuç: Birayı taze içmek için deneysel üretim işe yaradı. Ancak ne yazık ki bu uzun süre dayanabilir bir bira olmaktan çok uzaktı. Dolayısıyla bu proje, ticari açıdan başarısız olsa da deneysel arkeoloji açısından başarılı oldu diyebiliriz. Asıl önemlisi, 4 bin yaşında, ölmüş bir dile ait dini ve edebi bir metin ve bu metindeki tarifi bugün anlayabilen bir uzman olması. Antik metinlere farklı bir gözle bakmanın zamanı gelmedi mi sizce?

Bira ve seks. Kabartma, MÖ 1800.

Yine de biranın Sümer ve Mezopotamya kültürü üzerindeki etkisini en iyi anlatan başka mitler olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Mezopotamya’da bira uygarlıktır. Gılgamış destanında vahşi Enkidu bira içip sevişerek uygarlaşmadı mı? Siduri, “Uzun yolculuğuna son ver Gılgamış, hayatın anlamını aramayı bırak, bira ve sana sunulan diğer şeylerin keyfini çıkar” diye kahramanımızı uyarmadı mı? Enki, tanrıların arasındaki yerini güzel hazırlanmış bir bira ile kazanmadı mı? Peki Eridu’dan yıkılmış Uruk kentine giden bütün güç ve meziyetler bira sayesinde olmadı mı?

ENKİ VE İNANNA

Enki (bilgelik tanrısı) babası Enlil’in tapınağına Nippur’a gider. Yolda gördükleri onun olsun, gidince yaptıklarını not edip bir cebimize koyalım.

Şarap döktü çifte kulplu geniş testilerden
Bir yandan buğday birası hazırladı;
Nefis olsun diye ona bulamacı(malt) karıştırdı
Ve bir o kadar da hurma şurubu ekledi taşıncaya kadar
Sonra karıştırdı hepsini
Serinletici tatlı bir içki çıktı ortaya.

Enki içkileri hazırlayıp büyük bir ziyafet verir babası adına. An, Enlil, Nintu ve Annunakiler şeref konuğu oldular, yediler içtiler. Ziyafetin sonunda göğsü kabaran baba, oğlunu diğer tanrı ve tanrıçalara övdü ve oğlu Enki’nin Eridu kentinin tanrısı olarak onurlandırıldığını ilan etti. Bütün güçlerin sırrını saklamak üzere, en iyi şekilde yapılan bu tapınak için oğluna da şükürlerini sundu.

Gel zaman git zaman Enki tanrılar arasında yerini sağlamlaştırır. Artık en başta gelen söz sahibi Enki’ye başka tanrı ve tanrıçalar ricaya gelir. Aşkın, sevişmenin, doğurganlığın ve bereketin ve aynı zamanda Uruk kentinin tanrıçası İnanna, yıkılmış kenti adına isteklerde bulunmak için kalkar Eridu kentine, Bilge Enki’ye gider.

İnanna girdi Erdu’daki Apsu’ya
Ve girer girmez tereyağlı çöreklerin tadını çıkardı
Serin su verdiler, yürek ferahlatan
Aslanın önünde bira verdiler
Dost olarak ağırlandı, müttefik olarak davranıldı
Kutsal sofrada, göksel sofrada
Hoş geldin dedi kutsal İnanna’ya
Ve Enki İnanna ile yan yana
Birlikte diktiler biraları….

Efendim, onlar biraları, şarapları yuvarlayadursun, İnanna kenti için isteklerini bir bir sıralar. Nihayet şölen biter, Enki sarhoşluğun etkisi ile her şeyi vermeyi kabul eder. İnanna bütün kutsal güçleri Göksel Gemi’ye yükler ve şafakta yola çıkar. Enki biranın etkisi geçince bir terslik olduğunun farkına varır ve uşağını çağırarak kutsal güçlerin nerede olduğunu sorar. Hepsini sarhoşken İnanna’ya verdiğini öğrenince, uşağı İsimud’u aldıklarını geri getirmesi için İnanna’ya, Göksel Gemi’ye gönderir. İnanna ve kurnaz yardımcısı Ninşubur, verilen sözleri, edilen yeminleri hatırlatarak alınanları geri vermeye yanaşmazlar. Tam altı kere İsimud gemiye gelir ve tam altı kere de edilen yeminler hatırlatılarak geri gönderilir. Nihayetinde Enki sözünde durmayı kabul eder.

Göksel Gemi’de taşınan kutsal güçlere geçmeden evvel bir tarihsel gerçekliğin altını çizelim. Bu mitin yazıldığı süreçte Eridu gelişmiş ve güçlü bir kent iken, Uruk yıkılmış, zor durumda ve eski ihtişamını arar vaziyetteydi. Süreçten anladığımız üzere, bu iki kent bir zaman sonra müttefik olacaklardır.

Uruk bu arada Eridu kentinden gelen yardımlar sayesinde zor durumundan kurtulacaktır. Efsane, sadece iki kentin siyasal ilişkisini tanrılara bağlayarak anlattığı için değil, aynı zamanda verilen hediyelerin Uruk’un yaşam niteliğini, başka deyişle kültürünü zenginleştirmeye ve geliştirmeye yarayacak şeyler olmasından yola çıkarak bir kentin kültürünün başka bir kente aktarılmasını anlattığı için de çok özgün bir mitoloji olmaktadır.

İnanna’nın getirdiklerini yazmaya kalksak sayfalara sığmaz. Ancak yazarın, halkın ağzından saydıklarının bir kısmını buraya taşıyalım ki biranın uygarlık getirdiği herkes tarafından görülmüş olsun.

Ey İnanna, kraliyet tahtını getirdin, çobanlığı getirdin
Çok renkli giysiyi, enseye toplanmış saçı getirdin
Erotizmi getirdin, aşk-öpüşünü getirdin
Açık sözlülüğü getirdin…

Şarkı sanatını getirdin, savaş görevini getirdin
Dürüstlüğü getirdin, düzenbazlığı getirdin…

Ahşap, metal, yazı, döküm, deri, kumaş tekniklerini getirdin
Mimarlık, sepetçilik tekniklerini getirdin
Zekayı getirdin, beceriyi getirdin…

Ateş yakma sanatını, ateş söndürme sanatını getirdin
Aile toplantısını getirdin
Çoğalmayı getirdin
Anlaşmazlığı getirdin
Yargılama sanatını getirdin
Karar verme sanatını getirdin….

İnanna ve Enki, MÖ 3. binyıl

*Dokuz Eylül Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü, Öğr. Gör.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir